Uber yanaştı. Kendimi içeri attım, kapıyı kapattım, yavaş yavaş dipten gelen piyano sesi üzerine puslu bir saksafon solo kendini belli etti. Republique Meydanı’ndaki Çin Yeni Yılı kutlamalarından kaçmaya çalışıyorum ama beceremiyorum. Hayır Çin yeni yılına karşı değilim sadece Pompidou Kültür Merkezi’ne gitmeye çalışıyorum. Ve ortam aşırı kalabalık. Rengarenk bir geçit töreni bütün hızıyla devam etmekte. Çin’in folklorik kıyafetleri içinde binlerce insan korteje katılmış Rue Beaubourg’dan aşağı yürüyor. Benim gitmek istediğim yöne hem de. Kortejde ejderha oynatan takımlar da var. Ellerindeki sopaları indirip kaldırıp yılan gibi hareket ettiriyorlar ejderhayı. Art arda birkaç ejderha seyrettikten sonra kalabalık artık sıkışmaya ve daraltmaya başladı. Her ne kadar hayatını bir dönem müzik festivallerinde geçirmiş biri de olsam kalabalıktan biraz uzakta durmayı sevmişimdir hep. O yüzden ara sokaklardan birine dalıp kendimi Uber’e attım. Trafikten kaçamadım. En azından –sürpriz bir şekilde- caz dinliyorum.
TSF adlı kanal online olarak da yayın yapıyor. Festivaller, konserler haber veriliyor. Caz tarihine odaklanan programlar var. Caz dünyasından haberler var. Kanal Fransızca ama müziğin dili evrenseldir ne de olsa tavsiye ederim bu kanalı.
Bu güzel caz anını “ben müsait bir yerde ineyim” diyerek bölmek zorunda kaldım. Kalabalığa karışıp yürüdüm.
Birkaç saat sonra Saint-Michel tarafında gayet “casual” denebilecek gayet gündelik, hiç şık falan olmayan bir Japon restoranındayım. İçerİde yine caz çalıyor. Standart dinlenerek udon’lar yeniyor, gyoza’lar paylaşılıyor. Restoran ahalisi çoğunlukla öğrenciler.
Herkes çok memnun.
Akşam tavsiye üzerine arkadaşlarla gittiğimiz brasserie’nin müzikleri yine caz yelpazesinde. Hafif şansonlar, arada enstrümental 20’ler sound’ları kulağa geliyor.
Anladığınız gibi Paris’teyim birkaç günlüğüne. Farkında olmadan ne kadar çok caz müziğine maruz kaldığımı anlatamam. O sana denk gelmiş diyebilirsiniz. Olabilir. İtiraz etmem. Ama şunu söyleyebilirim. Dünyanın en iyi müzik dinlenen şehri olduğuna inandığım Londra’da yaşıyorum ama üç gündür Paris’te duyduğum kadar caz duymuyorum ben Londra’da.
Tarihsel olarak caz müziğinin kökeni
ABD olsa da geliştiği yerin Avrupa olduğu bilinen bir gerçek. ABD’de ırkçılık duvarını aşamayan isimler Paris’te baş tacı olmuştu.
Pek çok kıta Avrupası başkenti cazcılara ev sahipliği yapmıştır ama sanırım hiçbiri Paris kadar derin izler taşımıyor. Django Reinhardt’tan Chet Baker’a, Miles Davis’e, Gordon Dexter’a onlarca yüzlerce isim Paris’e geldi on yıllar boyunca. Kentin DNA’sına yerleşmiş bu müzik doğal olarak. Tabii Paris sadece cazdan ibaret değil. En son 10 yıl önce kadar önce geldiğim bu şehre dair gözlemlerle biraz daha başınızı ağrıtacağım bu hafta…
Bir yanıt bırakın